“Seven kazık yer, kazık atan sevilir.” Bu kadim ve acımasız söz, yalnızca kırgın bir gönlün
çığlığı değil, modern insanın en temel varoluşsal çatışmalarından birinin, insan olma iradesi
ile dünyanın dayattığı “oyun kuralları” arasındaki mücadelenin özetidir.
Peki, bu durum neden böyledir?
Neden samimiyet, güven ve iyilik, çoğu zaman bir zafiyet belirtisi olarak kodlanırken,
manipülasyon ve bencillik birer başarı hikayesine dönüşür?
Bu, insan doğasına dair karanlık bir gerçeklik mi, yoksa içinde debelendiğimiz sosyal bir
yanılsama mı?
Bu cümlenin trajedisi, sadece romantik ilişkilerle sınırlı olmamasıdır. Onu bir ayna gibi iş
hayatımıza, dostluklarımıza ve hatta toplumsal düzene tuttuğumuzda aynı çarpık yansımayı
görürüz.
İşyeri ortamını düşünün!
Emek veren, işini en iyi şekilde yapmaya çalışan, ekibinin menfaati için fedakârlıkta bulunan
çalışan, çoğu zaman "sessiz sedasız" kategorisine alınır.
Oysa projenin başarısını üstlenen, laf kalabalığıyla kendini öne çıkaran, hatta bazen
başkalarının emeğine göz diken kişi, "vizyon sahibi" ve "başarılı" olarak yüceltilir.
Burada "kazık yiyen", dürüst emeğin ta kendisidir. "Kazık atan" ise, işleyen sistemin
ödüllendirdiği "akıllı oyuncu"dur.
Dostluklarımızda da benzer bir senaryo ile karşılaşırız. Sırdaş olunan, daima yardıma koşan,
sıkıntıda ilk aranan dost, bir süre sonra "zaten o her zaman yanımda" rahatlığının nesnesi
haline gelir. Vefası, bir mecburiyet olarak algılanır.
Oysa nadiren görüşen, çıkarları doğrultusunda iletişim kuran, "ulaşılmaz" bir hava yaratan
kişi, daha fazla özlem duyulur, daha fazla değer görür ve “samimi” diye anılır.
Burada "seven", sürekliliğin verdiği kanıksanmışlıkla değersizleştirilirken, "kazık atan"
kaprisi ve ulaşılmazlığı ile sevginin nesnesi olmayı sürdürür.
Peki, bu durum insan doğasının kaçınılmaz ve değişmez bir yasası mıdır?
Hayır!
Bu, bizim inşa ettiğimiz, onayladığımız ve sürdürdüğümüz bir değerler krizidir.
Felsefe tarihi boyunca, Stoacıların erdem, Kant'ın koşulsuz buyruk, Nietzsche'nin güç istenci
gibi kavramları, bu çatışmanın farklı cephelerinden seslenir.
"Kazık atan" figürü, Nietzsche'nin "sürü ahlakı"nı alt etmeye çalışan, ancak belki de fazlasıyla
başarılı olup insani bağları da yitiren bireyi andırır.
Ancak burada asıl soru şudur:
Gerçek güç, diğerlerini alt ederek elde edilen zafer midir, yoksa kendi iç değerler sisteminizi,
dış dünyanın çarpık ödüllerine rağmen koruyabilme iradesi midir?
"Kazık yemek", bu perspektiften bakıldığında, bir kayıp değil, bir seçimin kanıtıdır.
Kişi, aldatılmayı, kullanılmayı, dışlanmayı göze alarak, insan olmanın gerektirdiği incelikli
duygulara sahip çıkmayı seçmiştir.
O, Platon'un mağarasındaki gölgeler dünyasında yaşamak yerine, gerçekliğin ışığına çıkmayı
ve bu yüzden gözleri kamaşan mağara sakinleri tarafından yadırganmayı göze almıştır.
"Kazık atan" ise, mağaranın duvarlarına yansıyan gölgeleri yönetmekte ustadır; popülerdir,
sevilir, ancak asla gerçek bir ışığın sıcaklığını hissedemez.
Sonuç olarak, "Seven kazık yer, kazık atan sevilir" sözü, bizi nihai bir sorgulamaya davet
eder.
Biz, neyin sevgisini hak ediyoruz ve ne uğruna seviliyoruz?
Geçici çıkarların, sahte başarıların ve manipülatif stratejilerin gölgesinde kazanılan bir sevgi
mi, yoksa tüm kırılganlığımız ve saflığımızla, "kazık yemeyi" göze alarak kurduğumuz
otantik bağlar mı?
Belki de gerçek kaybeden, hiç kimseyi gerçekten sevemeyen, hiçbir şekilde incinemeyecek
kadar kendini duvarlarla çevreleyen, dolayısıyla insan olmanın özünü kaçıran kişidir.
Belki de gerçek zafer, dünyanın size "kazık" dediği şeyleri, sizin bir "insanlık nişanı" olarak
taşıyabilme cesaretinizdedir.
Bu, sevginin sessiz ve uzun vadeli adaletidir ve tarih, nihayetinde, mağarayı terk edenlerin
hikâyesiyle yazılır.

