Bir şehir metrosuna adım attığınız anda içinize işleyen o tuhaf, titreşimsiz sessizliği hissedin!
Bu, dinginliğin veya huzurun sessizliği değil; aksine, bir teslimiyetin, bir tükenişin,
düşüncenin askıya alındığı kolektif bir uyuşukluk halidir.
Yan yana sıralanmış insanlar, kulaklıklarıyla kendilerine özel ses duvarları örmüş, gözleri ise
parlak ekranların hipnotik ışığına gömülmüş durumda. Kimse etrafına anlam arayan gözlerle
bakmıyor, kimse yanındakinin varlığından haberdar olmak istemiyor. Bu tablo, modern çağın
en çarpıcı paradokslarından birini yansıtıyor: Hiç olmadığımız kadar bağlıyız, ama aynı
zamanda hiç olmadığımız kadar yalnız ve sessiziz.
Bu sessizlik, düşüncenin derin sularına dalmanın değil, ondan kaçmanın sessizliğidir.
Frankfurt Okulu düşünürü Max Horkheimer'ın o unutulmaz tespiti, bu manzarayı özetler
niteliktedir: "İnsan artık düşünmek yerine onaylamayı öğrenmiştir."
Bu cümle, modern aklın nasıl bir dönüşüm geçirdiğinin en keskin ifadesidir. Akıl, bir
zamanlar hakikati aramak, sorgulamak ve eleştirmek için var olan bir yeti iken, bugün
çoğunlukla uyum sağlamanın, sistem içinde "problemsiz" işlemenin bir aracına dönüşmüştür.
İnsan, "makul" ve "rasyonel" görünmek uğruna, en temel insani özelliklerinden biri olan içsel
vicdan muhasebesini sessizliğe mahkûm eder.
Artık temel sorumuz, "Bu doğru mu?" veya "Bu adil mi?" değildir. Yerini, çok daha sıradan
ve acımasız bir soruya bırakmıştır: "Ne işe yarar?"
İşte bu sorunun egemen olduğu yerde, insanın ruhu yavaş yavaş tükenmeye başlar. Çünkü bu,
"araçsal akıl"ın zaferidir. Bir şeyi, kendi içsel değeri, güzelliği veya hakikati için değil, sadece
bize sağlayacağı fayda veya çıkar için yaparız.
Bu mantığı gündelik hayatımızın en mahrem köşelerine kadar taşırız. Bir dostluk, bize sosyal
veya profesyonel ağlar sunabildiği ölçüde "değerlidir." Bir fikir, popüler kültürün onayından
geçtiği sürece benimsenmeye layıktır. Hatta bir duygu bile, üretkenliğimizi engellemediği
veya bizi "zayıf" göstermediği sürece makbuldür. Bu fayda temelli var oluş, bizi bir
makinenin dişlileri gibi işlev gören, ancak içten içe anlam arayışıyla kavrulan varlıklara
dönüştürür.
Anlam, asla salt faydadan doğmaz; o, hakikati arama cesaretinin, rahatlık alanının dışına
çıkmanın, risk almanın çocuğudur.
Theodor Adorno'nun "kültür endüstrisi" kavramı, bu durumun nasıl sistemleştirildiğini
anlamamızı sağlar. Günümüzde kültür, insanı derinlemesine düşündürmek ve eleştirel bir
bilinç kazandırmak için değil, aksine onu oyalamak, pasifize etmek ve sürekli bir tüketim
sarmalında tutmak için vardır. Sosyal medya akışları, bitmek bilmeyen dizi maratonları,
kişiselleştirilmiş müzik listeleri...
Hepsi bize sürekli bir hareket ve seçim illüzyonu verir. Kendi tercihlerimizi yaptığımızı,
kendi fikirlerimize sahip olduğumuzu zannederiz. Oysa çoğu zaman, algoritmaların bizim için
önceden seçip paketlediği düşünceleri ve kültür ürünlerini tüketmekteyizdir. Bu, düşüncenin
taklididir; özünde ise yalnızca bir dikkat dağıtma ve zihinsel uyuşturma mekanizmasıdır.
Toplum da bu sessizliği ve uyumu bir erdem, hatta bir olgunluk gibi yüceltir. "Akıntıya kürek
çekme," "gereksiz yere problem çıkarma," "fazla sorgulama" gibi nasihatler, bireyi sisteme
entegre etmenin araçlarıdır.
Sistemin ritmine ne kadar kusursuz ayak uydurursanız, o kadar az sürtüşme yaşar, o kadar az
yorulursunuz. Ancak bu uyum sağlamanın görünmez ama ağır bir bedeli vardır: İnsan,
sustukça kendi iç sesini duyamaz hale gelir. Artık konuşan, onun özgün benliği değil,
içselleştirdiği sistemin yankısıdır. Zamanla bu yankı o kadar güçlenir ki, özbenliğin orijinal
sesinin yerini tamamen alır.
Bir sabah uyandığınızda, içinizde yankılanan "Ben bu muyum?" sorusu bile size ait değilmiş,
uzak ve tanıdık olmayan bir diyardan geliyormuş gibi hissedersiniz. Kendimize
yabancılaşmanın nihai noktası budur.
Peki, bu karanlık tablonun içinde bir çıkış yolu yok mudur?
Elbette vardır. Umut, tam da bu sessizliğin ve uyumun kalbinde, en radikal direniş biçimi
olarak düşünmekte yatar. Düşünmek, sadece entelektüel bir faaliyet değil, aynı zamanda
varoluşsal bir isyan hareketidir.
Bir an için durup "Neden?" diye sormak, bir haberi sadece başlığıyla değil de kaynağı ve
bağlamıyla ele almak, bir duygunun peşine düşüp onun nereden geldiğini anlamaya çalışmak,
hatta sıradan bir günde gökyüzüne bakıp anlam aramak...
Bunların her biri, insanın hâlâ kendi benliğine ait olabildiğinin, bir makine dişlisi değil de
özgür bir iradeye sahip olduğunun kanıtıdır.
Gerçek özgürlük, kalabalıkların ortasında en yüksek sesle bağırmakta değildir. Asıl özgürlük,
kalabalığın fikirlerine, trendlerine ve dayatmalarına rağmen, kendi zihninin sessiz odasına
çekilip "Yeniden düşünebilme" cesaretini gösterebilmektir.
Bu çağda belki de en devrimci eylem, sosyal medyada paylaşım yapmak veya yüksek sesle
protesto etmek değil, gürültünün ortasında kendi iç sessizliğimizi yaratmak ve o sessizlikte
kaybettiğimiz kendi öz sesimizi yeniden hatırlamaktır.
Modern insanın sessizliği, huzurun değil, yorgunluğun sesidir. Bu sessizlikte derin bir
düşünce değil, sadece bir uyku hali ve boyun eğiş vardır. Fakat yine de, her püskürttüğümüz
"Neden?", her hissettiğimiz vicdan azabı, her aklımıza takılan ve peşini bırakmadığımız soru,
insan olma potansiyelimizin hâlâ canlı olduğunu gösteren bir kıvılcımdır.
Belki de yapmamız gereken tek şey, modern hayatın bitmek bilmez gürültüsünü bir an için
kısarak, içimizden yükselen o kadim, unutulmuş sese kulak vermektir:
"Düşün... ve yeniden insan ol."
Seyfettin Budak